22 Nisan 2024

İklim Günlüğü

Karbon ayak izi nasıl aklanır?

Elbette küresel iklim değişikliğinin birincil sebebi, yaklaşık iki yüz yıldır atmosfere saldığımız karbondioksit başta olmak üzere çeşitli sera gazları. Peki, insanlık olarak şu ana kadar atmosfere saldığımız karbondioksiti hüüüp ederek geri çekebilir miyiz?

Dünyada bir grup yatırımcı, Direct Air Capture teknolojisi ile işte bunu gerçekleştirmeye çalışıyor. Söz konusu yatırımcılardan biri de İzlanda’da inşaatı devam etmekte olan “Mammoth” adlı DAC tesisini kuran Climeworks firması.

Mammoth, kullandığı enerjiyi jeotermal kaynak ve güneş ile sağlayacak. Bir akciğer gibi çalışacak, ancak bizim gibi oksijen çekip karbondioksit vermeyecek; tam tersi, havadaki karbondioksiti çekecek ve yer kabuğunun derinliklerine gönderip oraya hapsedecek.

Mammoth tesisi vizualizasyonu

Direct Air Capture (kısaca DAC) teknolojisini Türkçeye “doğrudan hava yakalama” olarak çevirebiliriz. Bundan birkaç yıl öncesine kadar “atmosferi yeniden yapılandırma” olarak da tanımlanabilecek bu tarz girişimler sadece fikir aşamasındaydı. Yapılan fizibilite çalışmaları, atmosferdeki karbon bileşenli gazları ancak küçük küçük oranlarda azaltabilecek bu tür tesislerin fazla pahalı olduğunu gösteriyordu. İşin açıkçası havayı emme fikri, kulağa biraz da bilim-kurgu geliyordu. Ancak iklim değişikliğinden kaynaklanan tehlikelerin tahmin edilenden hızlı artması ve dünyanın sera gazı emisyonlarını azaltma hedeflerine bir türlü ulaşamaması nedeniyle, etkisi ve güvenilirliği hakkındaki soru işaretlerine rağmen karbondioksit yakalama tesisleri bilim insanları ve yatırımcılar arasında popülerleşmeye başladı.

Peki bir yatırımcı, havadaki karbondioksiti emerek sera gazı oranını azaltacak, üstelik bunu da oldukça küçük miktarda yapabilecek böylesi bir tesise neden yüzbinlerce dolar yatırır?

Öncelikle siz havadaki karbondioksiti emerek yerin altına hapseden böyle bir tesis kurmak istediğinizde, belli başlı devletler yatırım sermayenizi sübvanse ediyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde Biden yönetiminin hava yakalama tesisi yatırımlarına geçtiğimiz yıl ayırdığı destek miktarı tam 1,2 milyar dolar. Yatırımı yaptınız, tesisi kurdunuz, nasıl para kazanacaksınız? Bu noktada da karbon ayak izini küçültmeye çalışan şirketler devreye giriyor. Karbondioksitin metrik ton başına bir parasal değeri var; siz örneğin 10 metrik ton kadar karbondioksite karşılık gelen parayı bu hava yakalama tesisine verdiğinizde, kurumsal karbon ayak iziniz o kadar küçülmüş oluyor. Microsoft, JPMorgan ve UBS, Climeworks'ten karbon ayak izini küçültmek için kredi satın almak adına uzun vadeli anlaşmalar imzalayan büyük şirketlerden bazıları. Microsoft'un kurucu ortağı Bill Gates, geçen yıl Climeworks'ün en büyük bireysel müşterisi olduğunu ve kendi karbon ayak izini dengelemek için şirkete her yıl 10 milyon dolar ödediğini söyledi.

Faaliyete geçtiğinde İzlanda’daki Mammoth’un yıllık karbondioksit yakalama ve yerin altına hapsetme kapasitesi 36 bin metrik ton olacak. Bu rakam, dünyanın yıllık toplam karbondioksit emisyonunun sadece bir milyonda biri. Gerçekten küçücük bir oran.

İzlanda'daki Mammoth’a benzeyen, ama çok daha büyük bir tesis ise Amerikalı dev petrol şirketi Occidental Petroleum (Oxy) tarafından Teksas'ta inşa ediliyor. Ancak Oxy, yakaladığı karbondioksitin bir kısmını daha fazla petrol çıkarmak için kullanmayı planlıyor.

“Stratos” adını taşıyan bu tesis, Mammoth’tan 10 kat daha güçlü olacak ve yılda 500 bin metrik ton karbondioksiti yakalayıp tutma potansiyeline sahip olacak. Oxy, bugün bir petrol üreticisi olmanın yanı sıra bir “karbon yönetimi” şirketi olmaya çalıştığını söylüyor ve önümüzdeki yıllarda her biri yılda 1 milyon metrik ton karbondioksit yakalayabilen 100 hava yakalama tesisi kurmayı planlıyor. Bu iş için dünyanın en büyük varlık yöneticisi BlackRock ile ortaklık kurdu ve Birleşik Arap Emirlikleri'nin devlet petrol şirketi Adnoc ile de doğrudan hava yakalama tesisleri geliştirmek için bir anlaşma yaptı. Amazon, AT&T ve Houston Astros da karbon ayak izlerini küçültmek için Oxy’ye para verenler arasında yer alıyor.

İzlanda’daki Mammoth’u inşa etmekte olan Climeworks'ün de agresif genişleme planları var. Louisiana'da kuracakları bir hava yakalama tesisi için Beyaz Saray fonlarının bir kısmını sağladılar. Kenya’da, Nairobi yakınlarında büyük bir tesis inşa etmek için bir grup Kenyalı girişimciyle birlikte çalışıyorlar ve ayrıca Kanada'da ve Avrupa'nın diğer ülkelerinde tesis inşa etme planları var.

Ancak hava yakalama şirketlerinin önümüzdeki yıllarda inşa edeceği yüzlerce tesisle öngördüğü büyük planlar, henüz var olmayan bir pazara dayanıyor. Şu ana kadar yalnızca bir avuç büyük şirket doğrudan hava yakalama kredilerine gönüllü olarak milyonlarca dolar harcamaya istekli olduğunu kanıtladı ve kurumsal dünyanın geri kalanının da yakın zamanda aynı yolu izleyeceğinin garantisi yok.

Üstelik bu projelerin çoğu, az evvel dediğim gibi hala tartışmalı bir noktada. Hava yakalama pazarı henüz başlangıç aşamasında, ancak halihazırda çeşitli akademisyenler ve aktivist çevreler tarafından eleştiriliyor. Bu eleştirilerden bazıları, hava yakalama işinin petrol ve gaz şirketlerinin, yani küresel ısınmadan birinci derecede sorumlu sanayi kollarının ömrünü uzatmak için yaptığı bir manevradan ibaret olduğu yönünde. Uluslararası Çevre Hukuku Merkezi Fosil Ekonomisi Program Direktörü Lili Fuhr, “Hava yakalama tesisleri yeni bir inkar, aldatma ve erteleme dalgasıdır. Fosil yakıt endüstrisi, üretimlerinde büyük bir değişiklik yapmadan bu durumdan çıkış yolu bulabileceğimizi söylemeye çalışıyor” diyor.

Stanford Üniversitesi Çevre Mühendisliği bölümünden Prof. Mark Jacobson ise Mammoth ve Stratos gibi hava yakalama tesislerini “hiç işe yaramayan, iklim kriziyle mücadeleye ve hava kirliliğine zerre kadar faydası olmayan” tesisler olarak tanımlıyor.

Hava yakalama ve karbondioksiti emerek yer altına depolama teknolojisinin kendini geliştirerek gözle görünür bir fayda sağlayıp sağlamayacağını yakın zamanda öğrenmiş olacağız. Bakalım bu dev tesisler, çok uluslu şirketlerin para karşılığı “karbon ayak izi aklama” araçları mı olacak, yoksa küresel iklim mücadelesine katkı mı sağlayacaklar.


29 Mart 2024

İklim Günlüğü

 Osuruk gazını araştırmak için uzaya uydu gönderildi

 

Başlıkta osuruk kelimesini görüp takıldıysanız hemen söyleyeyim, daha bilimsel bir konudan söz edeceğim. Ama osuruktan da söz edeceğim. Çünkü osuruk, küresel iklim değişikliğini olumsuz yönde körüklüyor. Biz osurdukça yerküre ısınıyor. Nasıl mı?

2024’ün Mart ayının başında bir SpaceX roketi uzaya fırlatıldı ve yörüngeye bir uydu yerleştirdi. Uydu, Harvard Üniversitesi tarafından tasarlandı ve Amerikan Çevre Savunma Fonu (EDF - Environmental Defense Fund) tarafından finanse edildi. 88 milyon dolara mal olan bu uydunun adı MethaneSAT. Görevi ise yerküreyi taramak ve sahip olduğu spektrometre aracılığıyla dünyanın neresinde ne kadar metan gazı salgılandığını tespit edip haritalamak.

Güzel haberler okuduğumuzda “Türkiye’de güzel şeyler de oluyor” deriz ya, bu artık küresel düzeyde de kullanabileceğimiz bir kalıp oldu. Felaketlerin içine öylesine battık ki dünyada güzel bir gelişme olduğunda “Dünyada güzel şeyler de oluyor” diyoruz. İşte MethaneSAT’ın uzaya fırlatılışı böyle bir haber bana soransanız. Oldukça önemli bir atılım olmasına rağmen Türkiye’de hiçbir yayın organı bunu görüp de haberleştirme refleksini göstermedi. Ben MethaneSAT’tan New York Times aracılıyla haberdar oldum sizi de haberdar etmek istedim.

Metan, adını duyduğumuz bir gaz. Ama tam olarak ne olduğunu pek bilmiyoruz. Karbondioksit gibi metan da bir sera gazı ve sanayi üretiminin bir çıktısı olduğu gibi doğal süreçler tarafından da üretiliyor. CH4 olarak biliniyor ve bir karbon atomuna bağlı dört hidrojen atomundan oluşan bir molekül formuna sahip. Evlerimizde kullandığımız doğalgazın yüzde 70 ila 90’ı metandan oluşuyor. Yani aslında yemek yapmak için, ısınmak için metan gazını yakıyoruz.

Şimdi osuruk konusuna dönelim. Metan gazını memeli canlılar da üretiyor. Nasıl mı? Evet, osurukla. Osurduğumuzda çıkan gazın belli bir bölümü metan. Ama bildiğiniz gibi osuruk, doğalgaz gibi kokmuyor. Osuruğa kokusunu veren bileşen, içinde az miktarda bulunan hidrojen sülfür gazı. Ama elbette MethaneSAT uydusu osuruğu değil, daha kütlesel miktarda salınan metan gazını izleyecek.

Bilim insanları, MethaneSAT’ın bir yıl içinde yayınlamaya başlayacağı verilerini incelemenin “uçurumun kenarından aşağı bakmak" olduğunu söylüyor. Çünkü ortalama sıcaklığın artışı ile insan dahil tüm canlıların felaketine yol açacak olan iklim değişikliğine yol açan karbon bileşenli gazlar içinde metan, karbondioksitten sonra ikinci sırada bulunuyor. İklim gündeminde ise kömür ve akaryakıt tüketiminin çıktısı olan gazlara daha fazla odaklanıldığı için metan daha az konuşuluyor.

Bilimsel bilimsel okurken şu soru geçmiş olabilir aklınızdan: Durum buysa, osurmayacak mıyız?

Osuracağız tabi ki. Canlıların doğal metabolizmalarından kaynaklı metan gazı salınımının zaten önemli bir etkisi yok iklim değişikliğine. David Wallace-Wells’in The New York Times’da yayınlanan makalesine göre mevcut metan salınımının yüzde 60’ı, insan tarafından doğal olmayan yollarda oluşturuluyor. Ekonomi gazetesinde geçtiğimiz hafta yayınlanan Didem Eryar Ünlü’nün haberine göre ise, Paris Anlaşması hedeflerinin tutması için 2030’a kadar metan salınımının yüzde 75 oranında azaltılması gerek.

Küresel iklim değişikliğiyle mücadelede metana öncelik vermek çok daha mantıklı. Çünkü metan salınımını ve mevcut metan yoğunluğunu tez elden azaltmak, diğer karbon bileşenli gazları azaltmaktan daha kolay ve hızlı.

İklim savaşında ilk darbeyi metana vurmak, insanlığa ilk anda ciddi bir mevzi kazandırabilir. İşte bu yüzden MethaneSAT uydusunun görevi çok önemli.

08 Mart 2024

İklim Günlüğü

Kısa süre içinde İsveç’e Akdeniz iklimi geliyor, çünkü iklim krizine depreme davrandığımız gibi davranıyoruz

 

“Konya’ya deniz getireceğim” diyen bir siyasetçi olduğu rivayet edilir. Kapitalizm ise “Baltık denizine Akdeniz iklimi getireceğini” vaat etmekte. Ve bu vaadini de gerçekleştirecekmiş gibi görünüyor. Nasıl mı?

Küresel iklim değişikliği süreci, biz onu yönetebilmek adına dişe dokunur pek bir şey yapmadığımız için doludizgin ilerliyor. Hele de bu yıl 60’ın üzerinde ülkede gerçekleşecek seçimlerin birçoğunu sağ-muhafazakar partilerin kazanmasının beklendiği de düşünüldüğünde, karamsar olmak için yeterince nedenimiz var.

Aslında burada hem fonetik hem de politik bir çelişki var. Muhafazakarların dünyayı muhafaza etmesi beklenirken, mesela Trump “Ne küresel ısınması, ben üşüyorum” gibi laflar ediyor. Onlar da biliyorlar yerkürenin ortalama sıcaklığının yükselmekte olduğunu, buzulların erimekte olduğunu. Ama buzullar eridikten sonra, o buzulların altındaki petrol ve doğalgaz rezervlerine kolaylıkla ulaşabileceklerini de biliyorlar ve bunu istiyorlar. O yüzden Trump “Ne küresel ısınması, ben üşüyorum” diyerek aklı olan herkesle dalga geçiyor.

Söz etmek istediğim şey, aslında küresel iklim değişikliğinin bilimsel olarak ilk emarelerinden birini oluşturan şey, “tropikal kuşağın genişlemesi”.

Tropikal kuşak şu... Ekvatorun yaklaşık 2600 km kuzeyinden Yengeç Dönencesi, yine yaklaşık 2600 km güneyinden Oğlak Dönencesi geçiyor. Güneşin ışınları, Kuzeyde Yengeç Dönencesinden güneyde Oğlak Dönencesine kadar uzanan yaklaşık 5200 km’lik bu bölgeyi yılın belli dönemlerinde 90 derecelik açıyla kesebiliyor. Ancak dönencelerin dışında kalan bölgeleri güneş ışınları hiçbir zaman dik kesmiyor. İki dönence arasındaki yaklaşık 5200 km genişliğinde uzanan bu kuşağa, tropikal kuşak deniyor. Bu kuşak, dünyanın en sıcak bölgesi.

Bir süredir tropikal kuşağın genişlemekte olduğunu biliyoruz. Buna Hadley Döngüsü adı veriliyor.

Yale Üniversitesi’nin bir yayınında olay basitçe tanımlanmış. Şöyle ki;

10 yıl kadar önce bilim insanları ilk kez tropikal kuşağın genişlemekte olduğunu fark ettiler. tropikal bölge kuzeye ve güneye doğru genişledikçe bölgeyi çevreleyen sınır, yani dönence çizgileri de kuzeye ve güneye genişliyor ve Akdeniz’i dahi içine alan bölgelere daha kuru bir iklim yapısını taşıyor. [Nicola Jones, Redrawing the Map: How the World’s Climate Zones Are Shifting, 2018, YaleEnvironment360 ]

İşte bu sebepten ve bunun gibi atmosferik sebeplerden ötürü her geçen yaz daha fazla yanıyoruz ve her geçen kış, bir öncekinden daha az üşüyoruz.

İşte bu yüzden yıllardır bilim insanları karbon salınımımızı azaltmamız gerektiğini, karbon ayak izimizi küçültmemiz gerektiğini haykırıp duruyorlar.

Şimdi, bu konu bizim deprem konusunda oldukça bilinçli bir toplum olmamıza çok benziyor. Bakın, 1999 depremi olduğunda ben daha 19 yaşındaydım. Liseyi bitirmiştim ve üniversiteye girmeye çalışıyordum. Ve 12 yıldır eğitim alıyor olmama rağmen hiçbir öğretmen bana Türkiye’de büyük depremler olabileceğini söylememişti. Hiçbir ders kitabında da böyle bir şey yazmıyordu. 15 bin kişinin ölmesiyle sonuçlanan Marmara Depremi olunca fark ettik bu durumu.

Biz vatandaş olarak fark ettik ama farkında olan ve bizi uyaranlar da vardı. Depremden sonra bu insanların varlığından haberdar olduk. O döneme kadar Cumhuriyet’in Bilim Teknik ekinde her hafta köşe yazan ama hiçbirimizin simasını bilmediğimiz Prof. Dr. Celal Şengör, ilk kez ekranlarda görünmeye başladı. Çok çarpıcı bir şey demişti o zaman Şengör:

“Deprem çok güzel bir doğa olayıdır.”

Bunun kaydına ulaşamadım, her şeyi bulabilmek mümkün olmuyor. Ama bu açıklamasını dinlediğimi ve etkilendiğimi çok net hatırlıyorum; “Deprem çok güzel bir doğa olayıdır.”

Kızmışlardı Şengör’e, çünkü 15 bin kişi ölmüştü deprem yüzünden.

“Sen nasıl böyle bir şey söylersin” diye tepki göstermişlerdi. Şengör de demişti ki;

“Söylerim. Çünkü ben bütün hayatımı deprem olgusunu incelemeye adadım. Türkiye’nin yıkıcı depremler üretebilecek fayların üzerinde olduğunu yıllardır söylüyoruz. Ama kimse bizi ciddiye almıyor. Bizi ciddiye alsaydınız gerekli önlemleri alırdınız ve bir kişi bile ölmezdi. 15 bin kişinin ölmesi sizin suçunuz, depremin değil.”

O zaman deprem uzmanlarını nasıl önemsemediysek ve 1999’daki ilk büyük ve yıkıcı depremden sonra da önemsememeye devam ettiysek, şimdi de iklim konusundaki uzmanları önemsemiyoruz. Olayın özü ve özeti aslında bu.

İklim krizi ile deprem arasında şöyle bir fark var; depremde ya bir anda, ya da birkaç saatlik bir süre içinde ölüp gidiyorsunuz. İklim krizi ise, eğer ciddi önlemler alınmazsa, yavaş ve uzun süreye yayılmış bir işkenceyle insanların hayatlarını kaybetmelerine yol açacak.

Önce sıcaklık ve nem artışıyla hayat kaliteniz olumsuz etkilenecek ki bu süreç zaten başladı.

Devamında, yeterince kar yağışı olmamasından ötürü su sıkıntısı ve baş gösterecek. İçme suyundaki arz sorununu maden suyu ile karşılamaya çalışacağız ki Avrupa bu yöntemi yıllardır kullanıyor.

Sulama suyundaki azalma ise tarımsal üretimi vuracak ve hatta vurmaya da başladı. Üretim ve hasat düşecek ki düşmeye başladı. Bunun sonucu olarak da gıda fiyatları artacak ki artmaya başladı.

En başta söz ettiğimiz süreç, yani tropik kuşağın genişlemesi devam ettikçe Akdeniz havzasında tropik iklim özellikleri görülecek. Akdeniz iklim özellikleri ise daha kuzeye kayacak. Bu kaç yılda olur bilmem, ama bugünkü Z kuşağının buna şahit olabileceğini söyleyen uzmanlar var.

Ben sizin yerinizde olsam, bugün soğuk ve yaşanmaz dediğimiz bölgelerde gayrimenkul yatırımı yapardım. Çünkü 20 yıl, 30 yıl içinde Baltık Denizi kıyılarındaki kasabalar ve şehirler Bodrum gibi, Çeşme gibi, Marmaris gibi olacak büyük ihtimalle.

03 Mart 2024

Ajanda Notları

2024: Süper Seçim Yılı


2024 yılında dünyada 60'tan fazla ülkede ulusal seçimler yapılacak. Hani bilmem kaç yılda bir bütün gezegenler aynı hizaya gelir ya, onun gibi bir şey... Bütün bu seçimlerde yaklaşık 2 milyar seçmenin, yani dünya nüfusunun yaklaşık dörtte birinin sandık başına gitmesi bekleniyor. Yani bir başka deyişle, dünya yeni yönetimini belirliyor. Ve bu seçmenlerin oyları, sadece kendi ülkelerinin değil, dünyanın da kaderini belirleyecek nitelikte olacak. Nasıl mı? Amerika Birleşik Devletleri mesela... Trump’ın veya Biden’ın yeniden seçilmesinin sonuçları sadece Amerika’yı değil, dünyanın tamamını ilgilendiriyor. Dolayısıyla Amerikalı bir seçmenin oyu sadece kendi ülkesinin değil, dünyayı da etkileyecek niteliğe sahip. Peki Amerikalı seçmen işin bu boyutunu ne kadar umursuyor? Çoğunluğu hiç umursamıyor tabi ki.

2024’te seçim yaşayacak ülkeler arasında Amerika Birleşik Devletleri gibi, Meksika gibi, Hindistan gibi ve Endonezya gibi nüfusu oldukça yüksek ülkeler var. 60’tan fazla ülke...

İşte bu çok acayip seçim trafiği nedeniyle Statista, bu yılı “Süper Seçim Yılı” olarak nitelendirdi.

Ocak ayında ilk kritik seçim gerçekleşti. Çin’in mütemadi ablukası altındaki Tayvan’daki Cumhurbaşkanlığı seçimini Lai Ching-te kazandı. Uzun zamandır Tayvan başbakanı olan Lai’nin seçilmesi Batı için sıkıntı yaratmıyor, çünkü kendisi, bir önceki başkan Tsai Ing-wen gibi Çin karşıtı bir politika izliyor.

Yılsonuna doğru ise dünyanın tamamının yakından ilgilendiği Amerika Birleşik Devletleri başkanlık seçimleri yapılacak. Başlangıçta dediğimiz gibi, Amerika’nın seçim sadece Amerikalıları değil, bütün dünyayı ilgilendiriyor. Trump’ın seçilmesi pek çok kesim tarafından bir küresel güvenlik meselesi olarak algılanıyor. Zira Trump Bey, “NATO’ya borcunu ödemeyen ülkelere, Rusya’nın saldırmasını teşvik edeceğim” şeklinde, birçok açıklaması gibi oldukça saçma bir açıklama yaptı. Ortalıkta bir “Trump geri görüyor” algısı var, ama o kadar da kolay olmayacak bana sorarsanız. Zira Trump’ı önde gösteren anketler olduğu gibi Biden’ı önde gösteren anketler de mevcut. Tek mesele, Biden’ın dört yıl evvel “tek dönem için seçildim” demesine rağmen yeniden aday olması. Orada işler bizdeki gibi değil, siyasetçi olarak bir şey söylemişseniz, onu yapmanız bekleniyor. Yapmazsanız ciddi bir prestij kaybı yaşıyorsunuz. Bizim kültürümüze çok yabancı şeyler, ama orada durum böyle...

İşgal altındaki Ukrayna’da da seçimlerin zamanı geldi. İlginçtir ki işgal altında devlet başkanlığı seçimi yapılacak gibi görünüyor ülkede; zira Devlet Başkanı Zelenskiy, Rusya’nın işgalinden bu yana sıkıyönetim altında olan ülkesinde seçimlerin yapılmasının “kabul edilebilir” olduğunu söyledi. Durum belirsiz ama şimdilik bir erteleme kararı yok seçimlere ilişkin olarak Ukrayna’da.

Ayrıca bu yaz 27 Avrupa Birliği ülkesinin sakinleri de yeni bir Avrupa Parlamentosu oluşturmak üzere uluslar üstü bir seçim için sandık başına gidecek. Bunun yansıması önemli, zira Birlik çapında genel siyasi trendi de gösterecek AP seçimleri.

Hindistan ilginç bir vaka. Nisan-Mayıs aylarında Hindistan’da genel seçimler yapılacak. Hindistan söz konusu olduğunda öyle bir günde seçimi yapayım, bir günde sayayım, sonucu ertesi gün açıklayayım gibi bir durum söz konusu olamıyor. Zira Hindistan’da 900 milyon civarında seçmen var. Hindistan nasıl bir ülke biliyor musunuz, Müslüman “azınlık” 170 milyon kişi! Günde 1 doların altında bir gelirle geçinen insanların sayısı 600-700 milyon civarında (Daha ilginci, bu bilgiyi bana ilk kez bir röportajım sırasında Kemal Unakıtan vermişti). 900 milyon seçmenin oy kullanması ve bu oyların sayılması da haliyle birkaç aya yayılıyor. Hindistan’da bir sürpriz olmazsa 10 yıldır iktidarda olan Narendra Modi’nin liderliğindeki Hindistan Halk Partisi’nin seçimleri kazanması bekleniyor ki bu da kutuplaştırıcı sağ siyasetin devam etmesi demek olacak. Büyüme rakamlarında Çin’i geride bırakan ülkede liberal bir yönetim, aslında dünyanın geri kalanının işine geliyor ama dünyanın genelinde olduğu gibi Hindistan’da da milliyetçi ve korumacı akımlar yükselmeye devam ediyor.

Zaten liberal kesimleri ilgilendiren en önemli konu da bu. Kim bu liberal kesimler? Uluslararası ticaret yapan, uluslararası üretim yapan küresel ekonominin paydaşları, politik ve kültürel anlamda daha özgürlükçü kesimler. Sağın yükselişi, “önce can sonra canan” mantığıyla korumacı ekonomi politikalarını öncüleyecek. Çin’in “ben düzelene kadar dünya da büyümesin” diyerek sistemi kilitlemesi modelini, sağın kazandığı her ülke kendince uygulamaya çalışacak. Korkulan da bu. Neden korkulduğunu şöyle anlatmaya çalışayım; Amerika’nın 2023 yılındaki dış ticaret açığı 773 milyar dolar olarak gerçekleşti. İthalatı fazla, ihracatı az olan ABD evet, tam 773 milyar dolar dış ticaret açığı verdi. Türkiye 2023 yılında 255 milyar dolar ihracat yaptı. Amerika’nın ithalat rakamından ihracat rakamını çıkarırsanız 773 milyar dolar çıkıyor, böylesine dev bir ekonomiden söz ediyoruz. Ve dünya ekonomisini besleyen en önemli kaynak da işte Amerika’nın verdiği bu 773 milyar dolarlık dış ticaret açığı. Şimdi Trump kazanırsa ve “Vatandaş Amerikan malı kullan” deyip ithalatı kısarsa, ABD’ye mal satarak döviz kazanan ülkeler bu durumdan ciddi anlamda olumsuz etkilenecek. Bu şekilde korumacı tavra sahip sağ partiler ne kadar fazla ülkede seçim kazanırsa küresel ekonomi de o kadar de-globalize olacak. Durum bu.

Bir not daha: Statista’ya göre küresel çapta yapılacak onlarca seçimin büyük bir bölümünde yanlış bilgi ve dezenformasyon riski söz konusu. Bu durum, bu seneki Davos Dünya Ekonomik Forumu'nda da gündeme gelmişti ve Davos’ta dezenformasyon, 2024’ün en önemli riskleri arasında sayılmıştı.


24 Şubat 2024

Ajanda Notları

Bir daha söyleyelim: CHP İzmir’i kaybedebilir

Eylül ayında söylediğimi tekrar edeyim: CHP bu yerel seçimlerde artık İzmir’i kaybedebilir. Bunun yanında mevcut muhalefetin geleceğini de Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul’da alacağı sonuç belirleyecek. Çünkü tarihin yaşadığımız anında Türkiye’de muhalefetin tek ve tartışmasız lideri Ekrem İmamoğlu’dur. İmamoğlu kaybederse CHP karışacak, muhtemelen kurultaya gidecek.

İstanbul’a ilişkin yaptığım girizgahı açmadan evvel İzmir’e ilişkin bir şeyler söylemek istiyorum. 1 Eylül günü YouTube’da “CHP İzmir’i kaybedebilir” demiştim ve bunu çeşitli önkoşullarla gerekçelendirmiştim. Bu önkoşullar şimdi kısmen gerçekleşmiş durumda ve daha net söyleyebiliyorum ki 31 Mart’ta CHP İzmir’i kaybedebilir.

Nasıl kaybedebilir? Her şeyden önce artık ortada bir ittifak yok. 2019 seçimlerinde adı konulmamış bir ittifak vardı ve İyi Parti ile HDP İzmir’de aday çıkarmayarak CHP’yi desteklemişti. O seçimde Tunç Soyer, yüzde 58 gibi bir oy alarak seçilmişti. Ancak ilginç olan taraf, AKP’nin adayı Nihat Zeybekci de yüzde 39’a yakın bir oy almıştı İzmir’de. Yani her üç İzmirliden biri değil, daha fazlası AKP adayına oy vermişti.

İzmir’de AKP’ye desteğin hangi seviyede olduğunu gösteren son parametre, 28 Mayıs 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimi sonuçları. Oraya baktığımızda Recep Tayyip Erdoğan’ın İzmir’de yaklaşık yüzde 33 oy aldı. Yani net biçimde her üç İzmirliden biri Erdoğan’a oy verdi.

31 Mart’ta ise İzmir’de muhalefet cephesinin üç adayı var; iktidar cephesinin ise tek adayı var, Hamza Dağ. CHP Cemil Tugay ile, İYİ Parti Ümit Özlale ile, DEM Parti, yani Ex-HDP ise Akın Birdal gibi önemli bir isim ile yerel seçimlere giriyor. Tunç Soyer’in 2019’da aldığı yüzde 58, bu üç parti arasında paylaşılacak. 58’in 8’ini DEM Parti ve Akın Birdal alabilir. Kaldı 50 puan. Yılardır mecbur kaldığı için CHP’ye oy veren ve artık CHP’den bıkmış olan merkeze yakın İzmirlilerin oyları İYİ Parti’ye kayacaktır. Bunların oranının 10 puandan az olmayacağını düşünüyorum. Tunç Soyer’e yönelik memnuniyetsizlik ile yeni aday Cemil Tugay’ın sessizliği ve bilinmezliği de eklenince İYİ Parti’nin alacağını öngördüğüm minimum 10 puan artacaktır. Eğer İYİ Parti İzmir’de yüzde 15’ten yüksek oy alırsa, AKP İzmir’i kazanabilir. Benim hesabım bu. Üstelik İzmir’de bir de sandığa gitmeyecek genç veya genç yetişkin bir kitle var ki, sonuca etki etmeleri de muhtemel olacak.

Gelelim İstanbul’a... İstanbul sadece İstanbul’un seçimi olmayacak, hem Ekrem İmamoğlu’nun ve hem de Türkiye’deki politik ana akım muhalefetin de kaderini tayin edecek bir seçim olacak. Çünkü tarihin yaşadığımız anında Türkiye’de muhalefetin tek ve tartışmasız lideri, İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’dur. İmamoğlu kaybederse, en son CHP kurultayı ile başlatılan muhalefet projesi, baştan çökmüş olur. Yani “İmamoğlu’nun İstanbul Belediye Başkanı olarak devam etmesi ve düşük yoğunluklu muhalefeti, yüzünü de çok eskitmeden sürdürmesi, bu süreçte Özgür Özel’in ise İmamoğlu’nun sekreteri gibi CHP örgütünü şekillendirmesi” projesi... Bu yapı, İmamoğlu’nun İstanbul’u kazanması önkoşuluna bağlanmış durumda. Şimdi İmamoğlu İstanbul’da kazanamazsa CHP karışır, muhtemelen kurultaya gider, İmamoğlu Genel Başkan seçilir. Ama İstanbul’u kaybetmiş bir genel başkan olarak Cumhurbaşkanlığı seçiminde nasıl bir raconu olur? İşte bu biraz tartışmalı.

Özgür Özel’e bakıyorum bakıyorum, olmuyor. Oturmuyor. Bir sınıf başkanı gibi duruyor. Çalışkan bir öğrenci, önden ikinci sırada oturup dersi dinleyen, yaramazlık yapan arkadaşlarına kızan bir sınıf başkanı. Özgür Özel’in sınıf başkanı olduğu sınıfın öğretmeni ise Ekrem İmamoğlu.

Ankara’da ise tablo daha net görünüyor. Mansur Yavaş’ın kazanamaması benim için sürpriz olur. Diğer kentlerde ise İzmir ve İstanbul’da olduğu gibi -muhalefet açısından- durum pek net değil. Çünkü İmamoğlu-Özgür Özel yönetimi kendi aralarında çok fazla çekişerek yürüttüler aday belirleme sürecini. Pek çok ilde de -duyumlarıma göre- çok da sempatik olmayan isimler aday gösterilmiş durumda.

Velhasıl sonuç şu olacak; merkezlerde kimler kazanırsa kazansın, seçim sonrasında ekonomi yönetiminde çok ciddi bir sıkılaşma politikası bizi bekliyor. Kimileri seçimden önce dolar alın diyor, kimi altın alın diyor. Zaten geçinmekte zorlanan milyonlar, seçim sonrası izlenmeye başlanacağı söylenen agresif kemer sıkma süreci ile daha da zorlanacaklar.

Parti ve adaylardan ziyade, seçimin asıl getireceği bu olacak.

19 Şubat 2024

İklim Günlüğü

Yapay zeka çevreyi nasıl kirletebilir?


İklim ve çevre aktivistleri zaman içinde bir çelişkiye mi düştüler? Kömürle çalışan termik santralleri istemeyenler, rüzgar enerjisine geçilsin diyorlardı. Rüzgar enerjisine geçildi, şimdi benzer gruplar rüzgar santrallerini protesto ediyor. Aslında tam olarak böyle değil, ama biraz da böyle. Bu aralar ise data center’lar, yani veri merkezleri ve bunun yanında yapay zekanın gelişimi protesto ediliyor, çünkü giderek büyüyen, kocaman bir karbon ayak izine sahipler.

Öncelikle sorulması gereken soru şu; yapay zekadan korkmalı mıyız? Bu haliyle hayır, ama barındırdığı potansiyel düşünüldüğünde kesinlikle evet. “Benim şarja taktığım alet beni ele mi geçirecek” umursamazlığına prim vermemek gerekiyor, zira bizim şarja taktığımız cep telefonlarının bizi ele geçirmemiş olduğunu söyleyebilir miyiz?

Yapay zekadan ve bununla birlikte yeni nesil mikroçiplerden korkmamızı gerektiren başka bir unsur var: Karbon salınımı.

Bir anda bakıldığında bilgisayarlar ve onları çalıştıran çiplerin herhangi bir karbon bileşenli atık ürettiğini göremiyoruz; ancak bu bilgisayarlar, cep telefonları ve tabletler önümüze gelene dek, küresel iklim değişikliğini körükleyen ve gün be gün artan bir karbon salınımına yol açıyorlar. Yapay zekanın bireysel kullanımının yaygınlık kazanmasıyla bu salınım daha da artmaya başladı.

Dünya gazetesinde 13 Şubat günü yayınlanan haberde şöyle deniyor:

“Amherst Üniversitesi akademisyenlerinin araştırmasına göre yeni bir dil modeli çalışırken bir yapay zeka modelinin 320 ton karbondioksit salınımına neden olduğu, bu miktarın 5 otomobilin kullanım ömürleri boyunca saldıkları karbondioksite eşdeğer olduğu belirtildi. (...) GPT-3’ün eğitiminde ise bin 287 megavatsaat elektrik harcandığı ve bunun da 502 ton karbondioksit salınımına sebep olduğu vurgulandı...”

Financial Times’da geçtiğimiz hafta yayınlanan bir başka haberde ise koca koca internet sitelerinin barındığı hosting alanlarından Instagram’a yüklediğiniz küçük bir story’ye kadar büttün bilginin saklanmakta olduğu data merkezlerinin atmosferi ne denli hırpaladığından söz edildi. Şöyle dendi haberde:

“Data merkezleri 2022 yılında 460 TWh enerji harcadı. Bu rakam, dünya enerji tüketiminin yüzde 2’si. Data merkezlerinin toplan tüketiminin 2026 yılında 1000 TWh’e çıkması bekleniyor...”

Data center’ların giderek daha fazla enerji harcamaları ise en başta dile getirdiğim gibi yeni nesil mikroçiplerle ilgili. The Economist’te geçtiğimiz hafta yayınlanan bir makalede ise anlatılan şey şu:

“Çipler artık daha küçük ama daha güçlü. Küçücük bir çipe çok daha fazla transistör yerleştirilebiliyor. Böylece elektronlar çok daha hızlı hareket ediyor. Bu da daha fazla ısınma ve tabi daha fazla soğutma ihtiyacı anlamına geliyor. Google ve Microsoft’un sahibi olduğu veri merkezlerinde soğutma faaliyeti için toplan 32 milyar litre su kullanıldı. Bu rakam, 700 bin nüfuslu bir kentin yıllık su tüketimine eşit...”

İnternetsiz yaşayacak değiliz elbette. Ama internet bazlı tesis ve teknolojilerin karbon salınımları ve su tüketimleri konusunda bir şeyler yapılmalı ve esasen yapılıyor da. Örneğin Microsoft firması, veri merkezlerinin bir kısmını denizin altında konuşlandırmayı denedi ve ilk denemelerden aldığı başarılı sonuçların ardından özellikle denize yakın yerleşim birimleri çevresinde bunu yaygınlaştırma kararı aldı. Yüksek ısı üreten ve soğutma için büyük enerji harcayan veri merkezleri denizin altına alınınca soğutmak için harcanan enerjiden büyük oranda tasarruf edilebiliyor.

Yine de iklim aktivistleri önemli sanat eserlerine saldırmaktan geri durmuyorlar ve veri merkezleri başta olmak üzere pek çok konuyu hemen ve stratejisiz biçimde protesto ediyorlar. Esasen etmeleri de gerekiyor, çünkü iklim konusu çok kritik ve protesto kültürü bu süreçte çok önemli.

Ancak protesto ederken şu soruyu da galiba sormaları gerekiyor: İnternet olmasaydı, karbon salınımı yapıyor diye kızdığımız data center’lar olmasaydı, cep telefonlarımızdan bilgisayarlarımıza kadar hemen her yerde kullandığımız mikroçipler olmasaydı ne olacaktı? Bunların yokluğunda nasıl bir karbon salınımı yapıyor olacaktık? PDF ile, DOC ile görüntüleyebildiğimiz belgeleri her seferinde kağıda basmak gerekseydi kaç ağaç kesilecekti?

Biraz da bunu düşünmek gerek.


12 Şubat 2024

İklim Günlüğü

Yerli otomobilden önce yerli gübre ve yem üretebilmeliyiz (📌Agroexpo İzmir)

📷Engin Tatlıbal

Fransa'da başta başkent Paris ve çevresi olmak üzere birçok bölgede çiftçilerin traktörleri ile yaptıkları eylemler devam ediyor. Ucuz gıda ürünleri ithalatına karşı koruma, Fransız protestocuların eylemlerinin odağındaki talep. Romanya’da, Yunanistan’da ve Batı Avrupa bölgesinde de traktörler yolları işgal etti ve etmekte.

İlk başta Almanya’da binlerce çiftçi, hükümetin getirmek istediği yeni yasayla “tarımsal dizel yakıta uygulanan vergi avantajının kademeli olarak sona ermesini” protesto etmek için 15 Ocak’ta Berlin'de bir eylem yaptı. Protestolar kıta geneline işte bu eylemden sonra yayıldı.

Peki Türkiye’de durum ne? Son yıllarda bahsedildiği gibi Türkiye pek çok tarım ürününü ithal eder bir durumda mı?

2022’de Türkiye yaklaşık 23 milyar dolarlık tarım ithalatı yapmış. İhracat ise yaklaşık 34 milyar dolar. Burada bir dış ticaret fazlası var elbette, ancak şu çok net ki 34 milyar dolarlık tarım ihracatı Türkiye gibi bir ülke için çok az olduğu gibi, 23 milyar dolarlık tarım ithalatı da yine, Türkiye gibi bir ülke için oldukça fazla.

Geçtiğimiz hafta ziyaret ettiğim (ve yıllardır düzenli olarak etmekte olduğum) Agroexpo İzmir Tarım ve Hayvancılık Fuarı’da konuştuğum firma yetkililerinin birçoğunun düşüncesi aynı birkaç noktada buluşuyor:

Türkiye’nin belirli bir mantığa dayanan bir tarım politikası ve uygulama stratejisi yok, derhal oluşturulmalı

Türkiye akaryakıt ile birlikte gübreyi ve hayvancılık açısından yemi de büyük oranda ithal ediyor. Yerli gübre ve yem üretimi için gerekli adımlar bir an önce atılmalı. Yerli otomobil yapmadan önce yerli gübre ve yerli yem üretebilmemiz sanki daha önemli gibi.

Tarımsal sanayi yeterli seviyede değil. Katma değerli ürün çeşitliliği son dönemde artsa da istenen noktanın uzağında. Antalya’da portakalı çiftçiden 2 liraya alıyorsunuz, kurutup kuru portakal şeklinde sattığınızda fiyatı 50 katına, 100 katına çıkıyor. Bu türden ürün geliştirme çalışmalarına yoğunlaşılmalı.

Ve tabi iklim konusu... Bu kriz bugüne kadar karşılaştıklarımızın hiçbirine benzemiyor. Beklenmedik iklim şartlarının oluşması hasadı doğrudan etkiliyor. Bu da tabi ürün arzını sınırladığı için fiyat istikrarsızlığına yol açıyor ve sonuç olarak da enflasyonu besliyor.

Akaryakıtı ve doğalgazı ithal eden bir ülke olarak Türkiye’nin gönyede durabilmesi için ihracatın büyük önemi var. Ancak Avrupa Birliği’nin yeni düzenlemeleri, ihracatı ciddi biçimde zorlaştıracak. Yeşil Mutabakat çerçevesinde belirli bir karbon salınımının üzerinde denk düşen bir karbon ayak iziniz vara korkunç gümrük vergileri sizi bekliyor olacak. Ayrıca örneğin Türkiye’nin en önemli ihraç ürünlerinden sultaniye üzümü artık açık alana sererek kurutamayacaksınız. AB açık alanda kurutulmuş üzümü veya domatesi almayacak. Dolayısıyla çiftçinin kurutma makineleri alması gerekecek ve bu da ciddi bir yatırım maliyeti anlamına geliyor.

Üstelik Türkiye’nin en önemli ihracat müşterisi olan Avrupa Birliği’nin politik yapısı da değişiyor. Pek çok ülkede korumacı siyaset izleyen sağ partiler iktidara geldi ve gelmekte. Avrupa’nın politik görünümüne şöyle bir baktığımızda sağın ağırlığını net olarak görebiliyoruz. Rusya’da Putin, Belarus’ta Lukaşenko ve Türkiye’de Erdoğan ve bunların temsil ettiği yönetim biçimleri ise parti veya ideolojiden çok kişiye dayalı sistemler. Ukrayna’da ise bir savaş kabinesi görev yapmakta. Bu manzara, üretimin desteklenmesinin ne kadar kritik bir adım olacağını görmek için sanıyorum yeterli.

Agoexpo fuarını uzun yıllardır takip eden bir gazeteci olarak bu yılki kadar sönük bir ortama hiç tanık olmadığımı ifade etmeliyim. Tarım ve gıda üretiminin ne kadar önemli ve stratejik olduğunu pandemi bize göstermişken, durumun tam tersi şeklinde karşıma çıkmasını beklerdim.

Belli ki işler yolunda gitmiyor.

İklim Günlüğü

Karbon ayak izi nasıl aklanır? Elbette küresel iklim değişikliğinin birincil sebebi, yaklaşık iki yüz yıldır atmosfere saldığımız karbondiok...