14 Aralık 2020

Seyahat: Beş ada

Onlar el sıkıştıklarında, bütün insanlık için parlar güneş

Onlar gülümsediklerinde, küçük bir kırlangıç fırlar gür sakallarından

Onlar uyuduklarında, on iki yıldız düşer boş ceplerinden

Onlar öldüklerinde, onların bayrakları ve davullarıyla yokuşu tırmanır hayat

Yannis Riços böyle anlatıyor Yunan halkını. Bizim Nazım’ımız varsa Yunanların da Riços’u ve Kazancakis’i var. Hayatı acı ve çile çekmekle geçmiş, şiirleri faşistlerce törenle yakılmış, o ada senin bu ada benim sürgün sürgün dolaşmış olan devrimci şair, en koyu Altın Şafak’çının hayal bile edemeyeceği güzellikte anlatır Yunan toprağını. Zaten bu hep böyle olmamış mıdır?

Riços, adalar denizi Archipelagos’un güneyindeki Oniki Adalar’ı uyuyan Yunanların cebinden düşen on iki yıldıza benzetir. Bana kalırsa Ege Denizi’nin tamamı, gökyüzündeki yıldız haritasının topyekûn yeryüzüne yansımış halidir. Girit mesela, koskocaman bir süpernovadır; Lesvos bulutları tüten bir antik yıldızdır.

Eylül ayı içinde hayatımın en mutlu günlerinden birkaçını geçirdim bu gökyüzü yansıması coğrafyada yer alan beş adada. Eşimle beraber Riços’tan şiirler okuyarak Patmos, Rodos, Girit, Santorini ve Mikonos’ta gezindik. Hayatımızdan eksik olmayan mizah duygusu da hep bizimleydi tabi; Süleyman Demirel’in o müthiş sözünü hatırlayıp kahkahaya da boğulduk: “Ege bir Yunan gölü değildir, Ege bir Türk gölü de değildir; binaenaleyh Ege bir göl değildir.”

Demirel kim bilir hangi gazetecinin sorduğu hangi sert soruyu savuşturmak için söylemişti bu sözü. Ancak binlerce yıldır denizcilik yaparak yaşayan Yunanların Ege’yi kapalı devre bir deniz ticareti gölüne çevirdiklerini söyleyebiliriz. Yük ve yolcu taşımacılığı yapan onlarca Yunan firmasına ait binlerce gemi, Archipelagos’u vızır vızır gezmekte her gün ve her gece. İşte bu gemilerden biriyle, bir Güney Kıbrıs şirketi olan Louis Cruises’a ait “Louis Olympia” ile 24 Eylül 2013 Salı günü Kuşadası limanından demir aldık.

Patmos, 24 Eylül 2013 Salı

Yunanistan’a “Merhaba” dediğimiz ada Patmos oldu. Tipik bir Ege adası olan Patmos’u özel kılan şey, adanın akropolündeki manastırı. Aziz Yuhanna Manastırı olarak adlandırılan bu yapı, pek çok Hıristiyan için bir hac merkezi olarak kabul ediliyor. Bunun nedeni, Yuhanna’nın Patmos’ta sürgünde olduğu sırada Hz. İsa’nın kendisine göründüğüne inanılıyor olması. Biz gemiye bindiğimizde zaten yolculuklarına devam etmekte olan Hıristiyan yolcuların büyük bölümü, günlük turlar alarak İzmir Selçuk’taki Meryem Ana evini ziyaret etmişlerdi. Geminin Patmos’a uğramasındaki asıl amaç, Meryem Ana evinde dualarına başlayanların bunu Aziz Yuhanna Manastırı’nda istavroz çıkararak noktalamaları ve hacı olmalarıydı. Biz ise Duygu ile adanın küçücük sokaklarında dolaşıp yerel halk ile kaynaştık ve manastırı da gören liman meydanında birer bira içerek yolculuğumuza ve balayımıza başlamanın şerefine bardaklarımızı kaldırdık.

Patmos’ta gördüğümüz bir tabela, ilerleyen günlerde Yunanların kültürel dokularına nasıl sahip çıktıklarını ve mimari miraslarını nasıl koruduklarını, bu konuda ne denli hassas olduklarını ifade eden bir göstergeydi. Eski liman binasındaki mermer kaidede şöyle yazıyordu: “Değerli misafirlerimiz, Patmos’a hoş geldiniz. Lütfen değerlerimize saygı gösteriniz.”

Rodos, 25 Eylül 2013 Çarşamba

Likya kıyılarındaki kentlere olan jeostratejik hâkimiyeti ile Rodos, uzunca süren bir tarihsel dönem boyunca güney Ege’nin en önemli askeri ve politik merkezlerinden biriydi. İkinci milenyumun başlarından itibaren bölgeye akın eden Haçlılar da bu adayı önemli bir lojistik merkez olarak kullandı.

Rodos, 14. yüzyıla gelindiğinde St. Jean Şövalyeleri’nin elinde bulunuyordu. Bu şövalyeler, bugün de ayakta olan ve 6 Euro ödeyerek gezilebilen Büyük Üstad Şatosu’nu inşa ettiler. Ege’nin hemen hemen tüm şehirleri gibi İzmir de o dönemde St. Jean Şövalyeleri’nin egemenliği altındaydı. Şövalyeler, İzmir’de bugünkü Hisar Camii yakınlarında Rodos limanındakine benzer bir kale inşa etmişlerdi. Ortaçağ İzmir’i, bugün Rodos’un ‘old city’si olan kale içi bölgesine çok benziyor olmalıydı.

Rodos’un kale içi bölgesine altı kapıdan girilir. Biz, limana bakan Bakire Meryem Kapısı’ndan girdik ve eski bir Katolik yapısı olması muhtemel Şadırvan Camii’ni gördük ilk olarak. Kemeraltı’nda da bu isimde bir cami olduğunu hatırlayıp zikrederek devam ettik ve şövalyelerce hastane olarak kullanılan Arkeoloji Müzesi’ni ziyaret ettik. Girit merkezli olmak üzere bu bölgeye milattan önce 12. yüzyılda hâkim olan Miken uygarlığından Pagan dönemi Doğu Hellen medeniyetine dek bölgede ortaya çıkarılan asar-ı atikanın sergilendiği müzenin bir bölümünde İslam eserleri de var. Ancak Osmanlı Rodosu’ndan kalma bu eserlerin ne olduklarına dair bir yazı ya da not mevcut değil müzede. Duygu, görevlilerden birine bu durumdan duyduğumuz rahatsızlığı iletti. Ancak yine de Yunanların Osmanlı eserlerine, bizim Bizans eserlerine davrandığımızdan çok daha iyi davrandıklarını söyleyebiliriz.

Kadim Rodos şehri içinde Osmanlı döneminden kalma çok sayıda eser mevcut. Bahsettiğim Şadırvan Camii’ne ilaveten İbrahim Paşa Camii ve adayı memalik-i Osmaniye’ye dâhil eden Sultan Süleyman namına da bir cami var. Minaresi dâhil tüm müştemilatı hala ayakta olan ve iyi korunmuş ahşap saçaklarıyla dikkat çeken Süleymaniye Camii’nin ve diğer camilerin kapıları kilitli durumda. Surlar içinde ayrıca bir de sinagog bulunuyor. Kadim şehir, Ege’nin tamamında olduğu gibi çok kültürlü bir yapı arz ediyor.

İnsan, haliyle bir müddet sonra acıkıyor. Biz sur içi bölgesindeki lokantalardan birine, Süleyman Camii’nin yamacındaki Venus Restaurant’a oturduk. “İme apo Smirni” dediğimizde lokantanın sahibi hemen menüdeki Sucukaki’yi gösterdi, yani İzmir köfte olarak da bilinen salçalı köfteyi. Ben “Onlar nasıl pişiriyor acaba” düşüncesiyle bir porsiyon patlıcan musakka ısmarladım. Duygu ise “Gemista” diye bir yemek söyledi. Duygu’nun yemeği geldiğinde bunun bildiğimiz biber ve domates dolması olduğunu gördük. Benim musakka ise üzeri beşamel soslu ve fırınlanmış halde servis edildi. Duygu restoranın sahibine tamamen iyi niyetle “Bunları ben de evde pişiriyorum” deyince adam biraz bozuldu. Oysa “Aynı kültürün insanlarıyız” demek istemiştik, adamcağız yemeği küçümsediğimizi sanmış olmalı. “Ya öyle mi” deyip işine baktı. Güldük.

Kadim şehrin hâkim tepesinde yer alan Büyük Üstad Şatosu, bölgenin en mükemmel ve en iyi korunmuş yapısı. Dediğim gibi, 6 Euro vererek bu ambiyansı yaşamak mümkün. Yüksek tavanlı iki kattan ve avludan mürekkep mimarisi, aklıma Tapınakçılar’a dair okuduğum kimi doğru kimi yanlış metinlerdeki tasvirleri getirdi. St. Jean Şövalyeleri’nin yönetim merkezi olan şatonun içi, en yenisi beş yüz ila altı yüz yıllık mobilyalarla dolu. Zemin ise olağanüstü sayılmasa da kayda değer mozaiklerle kaplı. Ahşap kapılardan birinin açılıp Knoxville’li Robin kılığında Kevin Costner’ın ya da Cesuryürek’teki kostümüyle Mel Gibson’ın içeri gireceği hissine kapılıyorsunuz. Ciddi bir katarsis hissetmenizi sağlayacak türden bir şato burası. Mel Gibson’ı beklerken görevlilerin mozaiklere basmamam yönündeki uyarısıyla kendime geliyorum.

Iraklion (Kandiye), Girit, 26 Eylül 2013 Perşembe

Rodos’ta geçirdiğimiz günün ardından gece boyunca kuzey horoskobundaki tüm yıldızların göründüğü bir gökyüzünün altında güneybatı yönündeki seyr-ü sefer sonrasında yeni günün ilk ışıkları ile Iraklion’a, yani Kandiye’ye, yani büyük ve meşhur Girit’e vasıl olduk.

Girit, çoğumuz için tek başına kullanılan bir yer ismi değil; genelde başına mahzun bir nida eklenerek “Ah, Girit” şeklinde anıldığını duyarız.

1908 yılında Osmanlı’dan kopan Girit’te o vakit çok sayıda Türk yaşıyordu. Bunların çoğu, ilerleyen dönemde Lozan Mübadelesi ile Türkiye’ye geldiler ve esasen anayurtlarının kültür ve geleneklerinden hiçbir zaman kopmadılar. Pek de iyi ettiler. Zira o kültür ve gelenek, Anadolu’nun batısında yaşayan Türklere ve genel olarak Türkiye’ye çok şey kattı. İzmir’de boş boş gezdiğim ve hangi parayla aldığımı şimdi hatırlayamadığım makinemle fotoğrafçılığımı geliştirmeye çalıştığım dönemde tesadüfen yaşlı bir amcayla Kordon’daki banklardan birinde sohbet etmiştim. İzmir’de sayıları on binleri bulan Girit göçmenlerinden biriydi. “Biz” diyordu, “gelmeseydik bu memlekette hiçbir şey olmazdı. Türkiye’de ne varsa bizim sayemizdedir.” Biraz kibirli ve abartılı bulmuştum sözlerini. Ancak ilerleyen dönemde o amcaya hak verdim. Girit’ten gelenlerle beraber genel olarak Balkan muhacirleri, ticarette ve entelektüel hayatta yeni ve modern Türkiye’nin kalkınmasına büyük katkılar sağladı. Onların ağırlıklı olarak var olduğu İzmir gibi merkezler, reaksiyoner hareketlerin hiçbir zaman taban bulamadığı şehirler oldu.

Louis Olympia’dan indikten sonra Venediklilerden kalma liman kalesinin karşısındaki sokaktan şehre girdik. Yayalara ait bu sokakta insan, İstanbul İstiklal ile İzmir Kıbrıs Şehitleri Caddeleri’nin karışımı bir hisse bürünüyor. Caddede Aziz Titos Kilisesi dikkat çeken bir yapı. Binanın evvelce bir cami olduğu ve sonradan kiliseye çevrildiği çok belli.

Devam ettiğinizde ise aslanlı meydana varıyorsunuz. Burada kurulu bir kermes alanından çok uygun fiyata uzo, Girit rakısı ve yerel üretim zeytinyağı aldık. Ama kelimenin tam anlamıyla çok uygun fiyatlardan söz ediyorum. Sanırım bu bir şanstı, bu kermesin her gün kurulduğunu düşünmüyorum. (Duygu bu kermes olayını kimseye söylemeyelim demişti, ama yazdım işte.) Aynı meydanda yer alan “Izmir Kebab” adlı lokantanın sahibine de selam vermeden geçmedik.

Iraklion’un Kemeraltı’nı çokça andıran bir çarşı sokağı var. Buradaki aktarların ve sebze meyve satan dükkânların arasından geçerek Özgürlük Meydanı’na, yani Eleftherion’a vardık. Büyük Giritli’nin heykeli önünde Duygu fotoğrafımı çekti.

Iraklion’a gelip de mutlaka yapılması gereken bir işi ise zamansızlıktan ötürü yapamadık. Bu, Nikos Kazancakis’in şehrin akropolünde yer alan mezarını ziyaret etmekti. Girit’in yetiştirdiği onlarca Yunan meşhurundan biri olan Kazancakis 1957 senesinde öldüğünde Yunan Kilisesi, onu hiçbir mezarlığa kabul etmeyeceğini açıklamıştı. Zorba’nın yazarının naaşı bir süre ortalıkta kaldıktan sonra kalenin surlarından birinin altına gömülmüştü. Mezarın olduğu yerdeki surun üzerinde “Hiçbir şey ummuyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, ben özgürüm” yazdığını biliyorum. Onun cansız bedenini mezarlıklara kabul etmeyen papazların isimlerini kimseler hatırlamaz; ancak günümüzde Iraklion’daki havalimanı, Nikos Kazancakis adını taşıyor.

Kazancakis’in mezarını ziyaret etmeyi bir sonraki Girit ziyaretimize bırakarak sadece iki saat sürebilen turumuzu bitirdik.

Santorini, 26 Eylül 2013 Perşembe

Hayatımda Santorini’ye benzer bir yer görmedim ve bundan sonra da göreceğimi pek sanmıyorum.

Girit’ten ayrıldıktan sonra kuzey yönünde 90 ila 100 deniz mili seyr-ü seferin ardından kıraç tepelerinde ve yamaçlarında tek bir ağacın dahi görünmediği Santorini adasına ulaştık. Yüksekliği belki iki yüz metreyi bulan falez şeklinde düz duvar kayalıkların üzerinde bembeyaz evler ve yanı sıra mavi kubbeli kiliseler selamladı bizi. Tekne aracılığıyla Louis Olympia’dan ayrılarak küçük iskeleye ulaştık. Elimizi alnımıza siper edip başımızı dik bir açıyla yukarı çevirdiğimizde duvar ve pencerelerini görebildiğimiz Fira köyüne tırmanmak için iki yol vardı; 4 Euro karşılığında teleferiğe binmek ya da 5 Euro karşılığında on beş dakikalık bir eşek yolculuğu yapmak. Biz ikincisini seçtik. (Eşek teleferikten daha pahalı, evet.)

Eşek sırtında dolambaçlı bir patika yoldan düz duvarı tırmandık ve muhteşem bir manzara ile karşı karşıya kaldık. Duygu da ben de ilk kez eşeğe bindiğimiz için bu yolculuk çok daha inanılmaz ve unutulmaz oldu. Sürekli semere tutunmamızı gerektiren hafifçe sarsıntılı bir yolculuğu göze alırım derseniz, yolunuz bir gün Santorini’ye düştüğünde Fira köyüne mutlaka eşek ile tırmanın.

Ve eşek yolculuğunun ardından Fira’ya ulaştığınızda kurallara uyan her turist gibi Oia köyüne gitmeniz gerekiyor. Bunun için 1,60 Euro ödeyerek yirmi dakika süren bir otobüs yolculuğu yapmalısınız. Oia köyü, Yunanistan’ın turizm afişlerinde yer alan dağ yamacına kurulu, bembeyaz evleri ve mavi kubbeli kiliseleri olan küçük bir köy. Elli yıl öncesinde başıboş eşeklerin gezindiği ve halkın süngercilik ve balıkçılık yaparak yaşayıp gittiği bir yer iken günümüzde dünya jet sosyetesinin uğrak yeri haline gelmiş, dev yolcu gemilerinin her gün binlerce yolcu taşıdığı bir turizm cenneti olmuş durumda. Pek çok gezi ve turizm otoritesinin dünyada mutlaka görülmesi gereken yerler listesine aldığı Oia köyünde yaklaşık yarım saat geçiriyoruz ve yine otobüsle Fira’ya dönüyoruz. Eşekle çıktığımız kaya duvarı aynı yolla inme şansımız yok. Ya eşek patikasından yürüyerek ineceğiz ya da teleferiğe bineceğiz. İkinci yolu seçiyoruz ve 4 Euro ödeyerek üç dakikada aşağıya vasıl oluyoruz.

Santorini’nin merkezi konumunda olan Fira köyü, dünyaca ünlü markaların mağazalarının, şık lokantaların ve lüks otellerin bulunduğu bir yer haline gelmiş durumda. Ben Fira’nın, Oia’nın ve tüm Santorini’nin elli yıl önceki halini hayal etmeye çalışıyorum Louis Olympia’ya dönerken. Teleferik istasyonunun duvarlarına asılı eski fotoğraf ve kartpostallar işimi kolaylaştırıyor.

Mikonos, 27 Eylül 2013 Cuma

Louis Olympia’nın Kuşadası’na dönmeden önceki son durağı, Akdeniz’in birkaç özgürlük adasından biri olan Mikonos oluyor. Mikonos’un merkezindeki küçük koyun fazlasıyla Foça’yı andırdığı, aklıma gelen ilk düşünce. Bununla birlikte kültürel dokunun ve mimarinin nasıl büyük bir özenle korunduğunu görünce Türkiye’nin Ege kıyısındaki şehir ve kasabaları adına fazlasıyla üzüldüğümü söylemeliyim.

Mikonos bir özgürlük adası; eşcinseller burada hiçbir baskı ve dışlanma hissetmeden özgürce kendilerini ifade edebiliyorlar. Biz de henüz gece hayatının debdebesinin başlamadığı akşam saatlerinde Mikonos’un yumuk yumuk ve olağanüstü güzel sokaklarında dolaşan, her birinin ayrı bir albenisi olan kafelerinde vakit geçiren çok sayıda gay çift görüyoruz. Bu özgürlük ortamının günün birinde dünyanın tamamında hâkim olmasını ümit ediyoruz.

Mikonos tipik bir Yunan adası. Duygu, adadaki mimari yapılaşmanın Bodrum’u andırdığını söylüyor ve benim Bodrum’u henüz görmemiş bir kişi olarak önce Mikonos’u gördüğüm için şanslı olduğumu belirtiyor. Bodrum’u henüz görmedim; Mikonos’un mu Bodrum’a benzediği, yoksa Mazhar Alanson’un “Hatıralarımızın üzerine oteller dikmişler” dediği Bodrum’un mu Mikonos’a -hala- benzediği konusunda fikir sahibi değilim.

Birkaç saat geçirme fırsatımızın olduğu Mikonos’ta elli yıllık bir taverna olan Kostas’ın yerinde birer Yunan birası içerek Louis Olympia’nın yolunu tutuyoruz.

Gemideki son gecemizi bavullarımızı toplayıp kalan son ücretsiz içecek haklarımızı değerlendirmekle geçiriyoruz. Sabah olduğunda beş gün önce ayrıldığımız Kuşadası Limanı, pırıl pırıl bir güneş ve Balıkçılar Kahvesi’nin taze çayı ile karşılıyor bizi. Archipelagos’un diğer yıldızlarına yapılacak yolculukların hayali ile İzmir’e doğru yol alıyoruz...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

İklim Günlüğü

Karbon ayak izi nasıl aklanır? Elbette küresel iklim değişikliğinin birincil sebebi, yaklaşık iki yüz yıldır atmosfere saldığımız karbondiok...