Onlar el sıkıştıklarında, bütün insanlık için parlar güneş
Onlar
gülümsediklerinde, küçük bir kırlangıç fırlar gür sakallarından
Onlar uyuduklarında,
on iki yıldız düşer boş ceplerinden
Onlar öldüklerinde, onların bayrakları ve davullarıyla yokuşu tırmanır hayat
Yannis Riços böyle anlatıyor Yunan halkını. Bizim Nazım’ımız
varsa Yunanların da Riços’u ve Kazancakis’i var. Hayatı acı ve çile çekmekle
geçmiş, şiirleri faşistlerce törenle yakılmış, o ada senin bu ada benim sürgün
sürgün dolaşmış olan devrimci şair, en koyu Altın Şafak’çının hayal bile
edemeyeceği güzellikte anlatır Yunan toprağını. Zaten bu hep böyle olmamış
mıdır?
Riços, adalar denizi Archipelagos’un güneyindeki Oniki Adalar’ı
uyuyan Yunanların cebinden düşen on iki yıldıza benzetir. Bana kalırsa Ege
Denizi’nin tamamı, gökyüzündeki yıldız haritasının topyekûn yeryüzüne yansımış
halidir. Girit mesela, koskocaman bir süpernovadır; Lesvos bulutları tüten bir
antik yıldızdır.
Eylül ayı içinde hayatımın en mutlu günlerinden birkaçını
geçirdim bu gökyüzü yansıması coğrafyada yer alan beş adada. Eşimle beraber Riços’tan
şiirler okuyarak Patmos, Rodos, Girit, Santorini ve Mikonos’ta gezindik.
Hayatımızdan eksik olmayan mizah duygusu da hep bizimleydi tabi; Süleyman
Demirel’in o müthiş sözünü hatırlayıp kahkahaya da boğulduk: “Ege bir Yunan
gölü değildir, Ege bir Türk gölü de değildir; binaenaleyh Ege bir göl değildir.”
Demirel kim bilir hangi gazetecinin sorduğu hangi sert soruyu savuşturmak için söylemişti bu sözü. Ancak binlerce yıldır denizcilik yaparak yaşayan Yunanların Ege’yi kapalı devre bir deniz ticareti gölüne çevirdiklerini söyleyebiliriz. Yük ve yolcu taşımacılığı yapan onlarca Yunan firmasına ait binlerce gemi, Archipelagos’u vızır vızır gezmekte her gün ve her gece. İşte bu gemilerden biriyle, bir Güney Kıbrıs şirketi olan Louis Cruises’a ait “Louis Olympia” ile 24 Eylül 2013 Salı günü Kuşadası limanından demir aldık.
Patmos, 24 Eylül 2013 Salı
Yunanistan’a “Merhaba” dediğimiz ada Patmos oldu. Tipik bir Ege
adası olan Patmos’u özel kılan şey, adanın akropolündeki manastırı. Aziz
Yuhanna Manastırı olarak adlandırılan bu yapı, pek çok Hıristiyan için bir hac
merkezi olarak kabul ediliyor. Bunun nedeni, Yuhanna’nın Patmos’ta sürgünde
olduğu sırada Hz. İsa’nın kendisine göründüğüne inanılıyor olması. Biz gemiye
bindiğimizde zaten yolculuklarına devam etmekte olan Hıristiyan yolcuların
büyük bölümü, günlük turlar alarak İzmir Selçuk’taki Meryem Ana evini ziyaret
etmişlerdi. Geminin Patmos’a uğramasındaki asıl amaç, Meryem Ana evinde
dualarına başlayanların bunu Aziz Yuhanna Manastırı’nda istavroz çıkararak
noktalamaları ve hacı olmalarıydı. Biz ise Duygu ile adanın küçücük
sokaklarında dolaşıp yerel halk ile kaynaştık ve manastırı da gören liman
meydanında birer bira içerek yolculuğumuza ve balayımıza başlamanın şerefine
bardaklarımızı kaldırdık.
Patmos’ta gördüğümüz bir tabela, ilerleyen günlerde Yunanların kültürel dokularına nasıl sahip çıktıklarını ve mimari miraslarını nasıl koruduklarını, bu konuda ne denli hassas olduklarını ifade eden bir göstergeydi. Eski liman binasındaki mermer kaidede şöyle yazıyordu: “Değerli misafirlerimiz, Patmos’a hoş geldiniz. Lütfen değerlerimize saygı gösteriniz.”
Rodos, 25 Eylül 2013 Çarşamba
Likya kıyılarındaki kentlere olan jeostratejik hâkimiyeti
ile Rodos, uzunca süren bir tarihsel dönem boyunca güney Ege’nin en önemli
askeri ve politik merkezlerinden biriydi. İkinci milenyumun başlarından
itibaren bölgeye akın eden Haçlılar da bu adayı önemli bir lojistik merkez
olarak kullandı.
Rodos, 14. yüzyıla gelindiğinde St. Jean Şövalyeleri’nin
elinde bulunuyordu. Bu şövalyeler, bugün de ayakta olan ve 6 Euro ödeyerek
gezilebilen Büyük Üstad Şatosu’nu inşa ettiler. Ege’nin hemen hemen tüm
şehirleri gibi İzmir de o dönemde St. Jean Şövalyeleri’nin egemenliği
altındaydı. Şövalyeler, İzmir’de bugünkü Hisar Camii yakınlarında Rodos
limanındakine benzer bir kale inşa etmişlerdi. Ortaçağ İzmir’i, bugün Rodos’un
‘old city’si olan kale içi bölgesine çok benziyor olmalıydı.
Rodos’un kale içi bölgesine altı kapıdan girilir. Biz,
limana bakan Bakire Meryem Kapısı’ndan girdik ve eski bir Katolik yapısı olması
muhtemel Şadırvan Camii’ni gördük ilk olarak. Kemeraltı’nda da bu isimde bir
cami olduğunu hatırlayıp zikrederek devam ettik ve şövalyelerce hastane olarak
kullanılan Arkeoloji Müzesi’ni ziyaret ettik. Girit merkezli olmak üzere bu
bölgeye milattan önce 12. yüzyılda hâkim olan Miken uygarlığından Pagan dönemi
Doğu Hellen medeniyetine dek bölgede ortaya çıkarılan asar-ı atikanın
sergilendiği müzenin bir bölümünde İslam eserleri de var. Ancak Osmanlı Rodosu’ndan
kalma bu eserlerin ne olduklarına dair bir yazı ya da not mevcut değil müzede. Duygu,
görevlilerden birine bu durumdan duyduğumuz rahatsızlığı iletti. Ancak yine de
Yunanların Osmanlı eserlerine, bizim Bizans eserlerine davrandığımızdan çok
daha iyi davrandıklarını söyleyebiliriz.
Kadim Rodos şehri içinde Osmanlı döneminden kalma çok sayıda
eser mevcut. Bahsettiğim Şadırvan Camii’ne ilaveten İbrahim Paşa Camii ve adayı
memalik-i Osmaniye’ye dâhil eden Sultan Süleyman namına da bir cami var.
Minaresi dâhil tüm müştemilatı hala ayakta olan ve iyi korunmuş ahşap
saçaklarıyla dikkat çeken Süleymaniye Camii’nin ve diğer camilerin kapıları
kilitli durumda. Surlar içinde ayrıca bir de sinagog bulunuyor. Kadim şehir,
Ege’nin tamamında olduğu gibi çok kültürlü bir yapı arz ediyor.
İnsan, haliyle bir müddet sonra acıkıyor. Biz sur içi bölgesindeki
lokantalardan birine, Süleyman Camii’nin yamacındaki Venus Restaurant’a oturduk.
“İme apo Smirni” dediğimizde lokantanın sahibi hemen menüdeki Sucukaki’yi
gösterdi, yani İzmir köfte olarak da bilinen salçalı köfteyi. Ben “Onlar nasıl
pişiriyor acaba” düşüncesiyle bir porsiyon patlıcan musakka ısmarladım. Duygu
ise “Gemista” diye bir yemek söyledi. Duygu’nun yemeği geldiğinde bunun
bildiğimiz biber ve domates dolması olduğunu gördük. Benim musakka ise üzeri
beşamel soslu ve fırınlanmış halde servis edildi. Duygu restoranın sahibine
tamamen iyi niyetle “Bunları ben de evde pişiriyorum” deyince adam biraz
bozuldu. Oysa “Aynı kültürün insanlarıyız” demek istemiştik, adamcağız yemeği
küçümsediğimizi sanmış olmalı. “Ya öyle mi” deyip işine baktı. Güldük.
Kadim şehrin hâkim tepesinde yer alan Büyük Üstad Şatosu, bölgenin en mükemmel ve en iyi korunmuş yapısı. Dediğim gibi, 6 Euro vererek bu ambiyansı yaşamak mümkün. Yüksek tavanlı iki kattan ve avludan mürekkep mimarisi, aklıma Tapınakçılar’a dair okuduğum kimi doğru kimi yanlış metinlerdeki tasvirleri getirdi. St. Jean Şövalyeleri’nin yönetim merkezi olan şatonun içi, en yenisi beş yüz ila altı yüz yıllık mobilyalarla dolu. Zemin ise olağanüstü sayılmasa da kayda değer mozaiklerle kaplı. Ahşap kapılardan birinin açılıp Knoxville’li Robin kılığında Kevin Costner’ın ya da Cesuryürek’teki kostümüyle Mel Gibson’ın içeri gireceği hissine kapılıyorsunuz. Ciddi bir katarsis hissetmenizi sağlayacak türden bir şato burası. Mel Gibson’ı beklerken görevlilerin mozaiklere basmamam yönündeki uyarısıyla kendime geliyorum.
Iraklion (Kandiye), Girit, 26 Eylül 2013 Perşembe
Rodos’ta geçirdiğimiz günün ardından gece boyunca kuzey
horoskobundaki tüm yıldızların göründüğü bir gökyüzünün altında güneybatı
yönündeki seyr-ü sefer sonrasında yeni günün ilk ışıkları ile Iraklion’a, yani
Kandiye’ye, yani büyük ve meşhur Girit’e vasıl olduk.
Girit, çoğumuz için tek başına kullanılan bir yer ismi
değil; genelde başına mahzun bir nida eklenerek “Ah, Girit” şeklinde anıldığını
duyarız.
1908 yılında Osmanlı’dan kopan Girit’te o vakit çok sayıda
Türk yaşıyordu. Bunların çoğu, ilerleyen dönemde Lozan Mübadelesi ile
Türkiye’ye geldiler ve esasen anayurtlarının kültür ve geleneklerinden hiçbir
zaman kopmadılar. Pek de iyi ettiler. Zira o kültür ve gelenek, Anadolu’nun
batısında yaşayan Türklere ve genel olarak Türkiye’ye çok şey kattı. İzmir’de boş
boş gezdiğim ve hangi parayla aldığımı şimdi hatırlayamadığım makinemle
fotoğrafçılığımı geliştirmeye çalıştığım dönemde tesadüfen yaşlı bir amcayla
Kordon’daki banklardan birinde sohbet etmiştim. İzmir’de sayıları on binleri
bulan Girit göçmenlerinden biriydi. “Biz” diyordu, “gelmeseydik bu memlekette
hiçbir şey olmazdı. Türkiye’de ne varsa bizim sayemizdedir.” Biraz kibirli ve
abartılı bulmuştum sözlerini. Ancak ilerleyen dönemde o amcaya hak verdim.
Girit’ten gelenlerle beraber genel olarak Balkan muhacirleri, ticarette ve
entelektüel hayatta yeni ve modern Türkiye’nin kalkınmasına büyük katkılar
sağladı. Onların ağırlıklı olarak var olduğu İzmir gibi merkezler, reaksiyoner
hareketlerin hiçbir zaman taban bulamadığı şehirler oldu.
Louis Olympia’dan indikten sonra Venediklilerden kalma liman
kalesinin karşısındaki sokaktan şehre girdik. Yayalara ait bu sokakta insan,
İstanbul İstiklal ile İzmir Kıbrıs Şehitleri Caddeleri’nin karışımı bir hisse
bürünüyor. Caddede Aziz Titos Kilisesi dikkat çeken bir yapı. Binanın evvelce
bir cami olduğu ve sonradan kiliseye çevrildiği çok belli.
Devam ettiğinizde ise aslanlı meydana varıyorsunuz. Burada
kurulu bir kermes alanından çok uygun fiyata uzo, Girit rakısı ve yerel üretim
zeytinyağı aldık. Ama kelimenin tam anlamıyla çok uygun fiyatlardan söz
ediyorum. Sanırım bu bir şanstı, bu kermesin her gün kurulduğunu düşünmüyorum.
(Duygu bu kermes olayını kimseye söylemeyelim demişti, ama yazdım işte.) Aynı
meydanda yer alan “Izmir Kebab” adlı lokantanın sahibine de selam vermeden geçmedik.
Iraklion’un Kemeraltı’nı çokça andıran bir çarşı sokağı var.
Buradaki aktarların ve sebze meyve satan dükkânların arasından geçerek Özgürlük
Meydanı’na, yani Eleftherion’a vardık. Büyük Giritli’nin heykeli önünde Duygu
fotoğrafımı çekti.
Iraklion’a gelip de mutlaka yapılması gereken bir işi ise
zamansızlıktan ötürü yapamadık. Bu, Nikos Kazancakis’in şehrin akropolünde yer
alan mezarını ziyaret etmekti. Girit’in yetiştirdiği onlarca Yunan meşhurundan
biri olan Kazancakis 1957 senesinde öldüğünde Yunan Kilisesi, onu hiçbir
mezarlığa kabul etmeyeceğini açıklamıştı. Zorba’nın yazarının naaşı bir süre
ortalıkta kaldıktan sonra kalenin surlarından birinin altına gömülmüştü.
Mezarın olduğu yerdeki surun üzerinde “Hiçbir şey ummuyorum, hiçbir şeyden
korkmuyorum, ben özgürüm” yazdığını biliyorum. Onun cansız bedenini
mezarlıklara kabul etmeyen papazların isimlerini kimseler hatırlamaz; ancak günümüzde
Iraklion’daki havalimanı, Nikos Kazancakis adını taşıyor.
Kazancakis’in mezarını ziyaret etmeyi bir sonraki Girit ziyaretimize bırakarak sadece iki saat sürebilen turumuzu bitirdik.
Santorini, 26 Eylül 2013 Perşembe
Hayatımda Santorini’ye benzer bir yer görmedim ve bundan
sonra da göreceğimi pek sanmıyorum.
Girit’ten ayrıldıktan sonra kuzey yönünde 90 ila 100 deniz
mili seyr-ü seferin ardından kıraç tepelerinde ve yamaçlarında tek bir ağacın
dahi görünmediği Santorini adasına ulaştık. Yüksekliği belki iki yüz metreyi bulan
falez şeklinde düz duvar kayalıkların üzerinde bembeyaz evler ve yanı sıra mavi
kubbeli kiliseler selamladı bizi. Tekne aracılığıyla Louis Olympia’dan
ayrılarak küçük iskeleye ulaştık. Elimizi alnımıza siper edip başımızı dik bir
açıyla yukarı çevirdiğimizde duvar ve pencerelerini görebildiğimiz Fira köyüne
tırmanmak için iki yol vardı; 4 Euro karşılığında teleferiğe binmek ya da 5 Euro
karşılığında on beş dakikalık bir eşek yolculuğu yapmak. Biz ikincisini seçtik.
(Eşek teleferikten daha pahalı, evet.)
Eşek sırtında dolambaçlı bir patika yoldan düz duvarı
tırmandık ve muhteşem bir manzara ile karşı karşıya kaldık. Duygu da ben de ilk
kez eşeğe bindiğimiz için bu yolculuk çok daha inanılmaz ve unutulmaz oldu. Sürekli
semere tutunmamızı gerektiren hafifçe sarsıntılı bir yolculuğu göze alırım
derseniz, yolunuz bir gün Santorini’ye düştüğünde Fira köyüne mutlaka eşek ile
tırmanın.
Ve eşek yolculuğunun ardından Fira’ya ulaştığınızda
kurallara uyan her turist gibi Oia köyüne gitmeniz gerekiyor. Bunun için 1,60
Euro ödeyerek yirmi dakika süren bir otobüs yolculuğu yapmalısınız. Oia köyü,
Yunanistan’ın turizm afişlerinde yer alan dağ yamacına kurulu, bembeyaz evleri
ve mavi kubbeli kiliseleri olan küçük bir köy. Elli yıl öncesinde başıboş
eşeklerin gezindiği ve halkın süngercilik ve balıkçılık yaparak yaşayıp gittiği
bir yer iken günümüzde dünya jet sosyetesinin uğrak yeri haline gelmiş, dev
yolcu gemilerinin her gün binlerce yolcu taşıdığı bir turizm cenneti olmuş durumda.
Pek çok gezi ve turizm otoritesinin dünyada mutlaka görülmesi gereken yerler
listesine aldığı Oia köyünde yaklaşık yarım saat geçiriyoruz ve yine otobüsle
Fira’ya dönüyoruz. Eşekle çıktığımız kaya duvarı aynı yolla inme şansımız yok. Ya
eşek patikasından yürüyerek ineceğiz ya da teleferiğe bineceğiz. İkinci yolu
seçiyoruz ve 4 Euro ödeyerek üç dakikada aşağıya vasıl oluyoruz.
Santorini’nin merkezi konumunda olan Fira köyü, dünyaca ünlü markaların mağazalarının, şık lokantaların ve lüks otellerin bulunduğu bir yer haline gelmiş durumda. Ben Fira’nın, Oia’nın ve tüm Santorini’nin elli yıl önceki halini hayal etmeye çalışıyorum Louis Olympia’ya dönerken. Teleferik istasyonunun duvarlarına asılı eski fotoğraf ve kartpostallar işimi kolaylaştırıyor.
Mikonos, 27 Eylül 2013 Cuma
Louis Olympia’nın Kuşadası’na dönmeden önceki son durağı,
Akdeniz’in birkaç özgürlük adasından biri olan Mikonos oluyor. Mikonos’un
merkezindeki küçük koyun fazlasıyla Foça’yı andırdığı, aklıma gelen ilk
düşünce. Bununla birlikte kültürel dokunun ve mimarinin nasıl büyük bir özenle
korunduğunu görünce Türkiye’nin Ege kıyısındaki şehir ve kasabaları adına
fazlasıyla üzüldüğümü söylemeliyim.
Mikonos bir özgürlük adası; eşcinseller burada hiçbir baskı
ve dışlanma hissetmeden özgürce kendilerini ifade edebiliyorlar. Biz de henüz
gece hayatının debdebesinin başlamadığı akşam saatlerinde Mikonos’un yumuk
yumuk ve olağanüstü güzel sokaklarında dolaşan, her birinin ayrı bir albenisi
olan kafelerinde vakit geçiren çok sayıda gay çift görüyoruz. Bu özgürlük
ortamının günün birinde dünyanın tamamında hâkim olmasını ümit ediyoruz.
Mikonos tipik bir Yunan adası. Duygu, adadaki mimari
yapılaşmanın Bodrum’u andırdığını söylüyor ve benim Bodrum’u henüz görmemiş bir
kişi olarak önce Mikonos’u gördüğüm için şanslı olduğumu belirtiyor. Bodrum’u
henüz görmedim; Mikonos’un mu Bodrum’a benzediği, yoksa Mazhar Alanson’un
“Hatıralarımızın üzerine oteller dikmişler” dediği Bodrum’un mu Mikonos’a
-hala- benzediği konusunda fikir sahibi değilim.
Birkaç saat geçirme fırsatımızın olduğu Mikonos’ta elli
yıllık bir taverna olan Kostas’ın yerinde birer Yunan birası içerek Louis
Olympia’nın yolunu tutuyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.